Minnet Eylemem
Başarı, bir başarı’dan fazlası ve bir şeylerin telafisi çoğu zaman… “Ben sadece işimi yapmak istiyorum, bu ilişkilerle uğraşmak değil” cümlesi seanslarda çokça duyduğum, ahh(!) benim de ne çok katıldığım bir cümledir. Akademiden, idari yönetimlere, mesleki topluluklara, kurumsal hayata, günlük ilişkilere varana kadar birçok yerde karşımıza çıkan “iş yapmak” yerine ilişkileri yönetmeye enerji harcamak zorunda kalmak, girdiğiniz ortamda birilerinin gücü elde etmeye çook ihtiyaç duymasına ve tüm sistemin ilerlemesini kişinin kendisine bağlamasına dayanıyor. Kişi bu gücü bırakmak istemiyor hatta yeni gelenlerin, gençlerin, yeni şeyler katmak isteyenlerin önü kesiliyor sistemi daha iyiye taşıyabilecek kişilere izin verilmiyor. Kişi kendisi bir şey yapmıyor, yapacak olanı da istemiyor. Çünkü başarı bir eksikliğin (başarısızlık), bir değersizliğin (kusurluluk), bir ayrıcalıklı/özel hissetmenin (haklılık), bir hiçbir şey yapmadan her şeye sahip olmanın (yetersiz özdenetim), bir başkalarının gözünde olmanın(onay arayıcılık), bir sevilme/ilgi almanın (duygusal yoksunluk), bir hata yapmaktan korkmanın (cezalandırıcılık), bir diğerleriyle rekabette en önde olmanın (yüksek standartlar) ve bir olası kötü bir şeylerden korunmanın (dayanıksızlık) yolu çoğu zaman. Ve böyle olunca dört yanı sağlıksız şemalarla çevrili “başarı” sözde herkesi ortak bir hedef etrafında toplarken, sonucun ne olduğunun kimsenin umurunda olmadığı “bencil bir kurtuluş hikayesi” oluyor çoğu zaman… Ve özünde hiçbir zaman bitmeyen bir “eksiklik” kaldığı için de asla bitmeyen bir savaş ortamı sürerken olan gerçekten üretmek ve iyi şeyler yapmak isteyenlere oluyor… Ve böyle anlarda işin ehli olmadığı halde bilmem ne şemasından dolayı orada olan kişinin durumunu ne de güzel özetler Neyzen Tevfik…
“Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus! dediler…
Künyeni almak için, partiye ettim telefon
Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus dediler!”
Öte taraftan, bazen şemalar da yanıltır bizleri… “Ben yeterliyim, ben başarılıyım, ben kendi başımın çaresine bakarım”, diyen bir kişi bize devamlı yeterli olmanın çok önemli olduğu mesajını verirken başarısını göstermek, ispatlamak isterken ardında yukarıdaki şemalardan hangisi var diye sorgularken biz, Nesimi’nin dörtlüğü müzik bulur, ses bulur bir şeyler söyler…
“Bir acayip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Hüdadır kula minnet eylemem
Rızkımı veren Hüdadır kula minnet eylemem”
Yaralı bir hal vardır, ne olduğunu bilemediğimiz bu kişide. Kendi yeterliliğine sıkı sıkı tutunmuş ama diğerleriyle rekabetsiz, kimin ne yaptığına da gözü takılmayan, başkasından bir şey istemeyi “minnet etmek” sayan ve kendine verileni de Yaradan’ın olduğunu vurgulayarak bu dünyanın varlıklarına değer biçmeyen. Nedir bu kişinin derdi? Bir taraftan kul’a kulluk etmemek, dünya varına tamah etmemek maneviyatta kıymetliyken, nedir bu savunmanın altında yatan?
Seanslarda birçok kadında duyduğum “kimseye muhtaç olmak istemem” diyen o gururlu kişinin peşinden koşup çocukluğa yolculuk ederken bir küçük çocuk çıkar karşıma ve maalesef o güzelim çocuğu yapayalnız, desteksiz ve çaresiz bırakan bir ebeveyn… Ve bu güzelim çocuk ihtiyaç duyduğunda o kadar kimsesiz kalmıştır ki kendi başarısıyla/yeterliliğiyle hayata tutunmuş ve oraya bakınca birinin yokluğunun acısını duyumsamaktansa “ben zaten bakarım başımın çaresine” der. Çünkü ben bakarım demese birine ihtiyaç duyacak, orada kimsecikler olmayınca da yok’luğa temas edip kanayacak ve hayatta kalamayacaktır. Orada olmayana konuşur, tüm evrene yeterliliğini ve kimseye minnet etmeyeceğini haykırarak, ben zaten kendime yeterim, zaten kimseye ihtiyacım yoktu ki demektir, yani biri yoksa önemli değil der. Peki önemli değilse, niye bunu ispatlama, minnetim yok diye haykırma çabası? Aslında oldukça yaralıdır, kendi yeterliliği üzerinden içerideki duygusal yoksunluk şemasına karşı yalnız çocuk yanına bakım vermek peşinde giderken aslında bugün ona yaklaşmak isteyen arkadaşlarından, eşinden, terapistinden beslenebilecekken kendini uzak ve talepsiz tutarak hep kendini yalnız’da bırakır. Kimseden bir şey istemez, eşiyle olan ilişkide hep ben yaparım der, eşi eş olmaktan çıkar, arkadaş arkadaşlıktan… Ve maalesef günün sonunda her şeyi tek başına üstlendiği için, öteki kişi ilişki için gerekli role geçemez, o taşın altına eline sokamaz, zamanla da sokmak istemez ve kendini var hissedebildiği, “gel bana bir şey yap” diyen başka bir ilişkiye gidiverir, kalır yalnız başına yalnız değilim diyen bizim kadın…
Ve ben işte böyle vakitlerde, o yalnız küçük kız çocuğuna ulaşmaya çalışarak, zaten yeterli olduğunu ama aynı zamanda da başkalarından bir şeyler talep etmesinin onun yetersiz olduğu anlamına gelmediğini, bunun sağlıklı bir ihtiyaç olduğunu vurgular da dururum ama şefkatle ama yeniden ebeveynlikle… Ve geçmişte ona verilmeyenin onunla ilgili değil, ebeveyninin yetersizliğiyle ilgili olduğuna işaret ederek duygusal yakınlık kurmaya, talep etmeye ve son vermesine bu yalnızlığa davet ederim. Döner bu yeterlilik meselesi yalnızlık/yoksunluk meselesine, bu toplumun kadını olma meselesine ve karışır şarkılar, karışır hikayeler birbirine…