Skip to main content

Oyunculuk, Farklı Kadın Yüzler ve Travmayı Oynamak: Güven Hokna

Tiyatro sahnelerinde, dizi ve film setlerinde yılların emeği ve oyunculuğuyla, Susam Sokağı’ndan, Ferhunde Hanımlar’a, Eşkıya’dan, İkinci Bahar’a, Yaprak Dökümü’ne ve daha birçok dizi ve filmde karşımıza çıkar Güven Hokna… Kimi zaman aşk acısı çeken bir kadını, kimi zaman fedakâr bir anneyi kimi zamansa aksi bir kayınvalideyi oynayarak. Ama öyle içten, öyle duygulu, öyle gerçek oynar ki seyircide “bizden biri” hissini uyandırır; seyirciye geçer onun duygusu… Biz de bu sayıda, bir yandan oyunculuğun psikolojisine değinirken, diğer yandan da farklı kadın rollere ve travma öykülerine değindik yılların oyuncusu Sevgili Güven Hokna ile…

Daha önce verdiğiniz bir röportajda, “Yüzümdeki çizgiler benim materyalim, ben onları doğru kullanmayı bilen bir insanım.” diyorsunuz. Bu zamana kadar birçok dizi ve sinema filminde travmatik kadın tiplemelerini canlandırdınız. Bu mimiklerin travma yaşayan bir kadını canlandırmadaki rolü nedir? Yılların oyuncusu olarak, travma nasıl oynanır?

Ben de genelde psikoloji ve felsefeyle çok yakından ilgilendim. Çok profesyonel amaçlı değildi ama benim mesleğimde çok geçerli. Çünkü materyalimiz insan. Birçok doktor için de böyledir. Bizlerin sanata eğilimi değişiktir, normal insanlardan farklıdır. İnsanı hem fizyolojik olarak hem psikolojik olarak irdeleyerek bir şeyler yapıyoruz, yoksa bunu başaramazdım. Çünkü yüzlerce insan barındırıyorum ben hem beynimde hem ruhumda. Bana oynadığım zor karakterlerin birbirine benzemediğini söylüyorlar. Mesela Devlet Tiyatroları’nda dört yıl “sürtük” oynadım; hiçbir “sürtük” birbirine benzemez. Tabi zamanla beyin tecrübe kazanıyor ve beyin otomatik olarak yerine getiriyor nasıl davranman gerektiğini. Bana diyorlar ki “Araştırıp mı oynuyorsunuz rolleri?”; benim o kadar zamanım yok. O doğaçlama beynimde oluşuyor hemen. Yeni başlayanlar için araştırma geçerli. Ben üç yaşımda kendimi bilendim; oyuncu olacağım dedim. Kesinlikle sonradan bir tesadüf üzerine sanatçı olmuşlardan değilim. Bir insana sanatçı demek için, o insanın önce kendini aşması gerek. Ondan sonra halka inandırıcı olması gerek. Yani eğer kendinizi aşmamışsanız bir kısır döngü içinde döner durursunuz. Her zaman yorum olarak, okuma olarak, araştırma olarak, hem o karakter hem kendi kişiliğiniz üzerinde ileri gideceksiniz. Yoksa ancak yerinde sayar, tek tip oyuncular gibi olursunuz. Bir yerde lehçe yapıyor kadın ya da erkek oyuncu, öbür dizide o beğenildiği için yine onu yapıyor. Olmaz öyle şey. O ilk lehçe ama Karadenizlidir, ama Güneylidir ama Doğuludur ama Egelidir hepsinin lehçesi farklıdır, aynı lehçeyi her yerde kullanamazsın. Oyunculuk çok ağır bir şey; her an kendinle yarışıyorsun.

İkinci Bahar’da, Yaprak Dökümü’nde travması olan kadınları canlandırdınız. Bu travmayı bu kadar güzel ifade etmenizin nedeni nedir?

Bir kere, 45 yıllık bir tiyatro deneyiminin bana getirdikleri var. O diziler olmadan önce neydi? Yüce Yaradan’ın bana verdiği çok büyük ilhamlar vardı, işte adına yetenek diyorlar. Ben bu yeteneği kanımda taşıdığıma inanıyorum. Üç yaşımda ben oyuncu olmaya karar verdiğime göre ben kendimi görmüşüm. Biraz insanlara tepeden bakarım. Bunu gurur, onur ya da kapris olarak algılamayacaksınız. Fikir olarak, göz bakış olarak; baktığımı görürüm ve yüksekten bakarım. Ama o kadar da mütevazıyimdir. Bana diyorlar ki “Niçin İkinci Bahar’daki o travmatik kadın (Neriman) hırsı, şehveti, ihtirası, kini hepsini bir arada yaşadı?”. Aslında her insanın bünyesinde bunlar vardır. Yeri geldiği zaman çıkar; farkında olan var farkında olmayan var. Etkisine yenilen var, etkisini kontrol eden var. İkinci Bahar’daki kadın niçin travmatik? Her insanın tepkileri farklıdır. İkinci Bahar’daki Afet-i Devran karakterini o kadar iyi anladığıma inanıyorum ki… Tabi yazarlarımız çok güzel yazdılar, süper bir hikâye, çok doğru bir alanda eğitti yazarlar, yönetmenleri çok değerliydi, çok güzel çektiler, ana kadro gerçekten çok iyiydi. Böyle güzel bir yazım içinde insan hissetmese de hissediyor. Öyle güzel şeyler yazarsın ki duygulanırız, ağlarız. Şiirlerin en güzelini okuruz ama doğru okuyan kişi hem anlamını daha iyi iletir hem ses tonuyla hem var oluşuyla fevkalade güzel anlatır. Şimdi orada da Neriman kiniyle, sevgisiyle, hıncıyla o kadar insandı ki… Onun da geçmişine döndüğünüz zaman o kadar zengin, ayakkabılarından şampanya içilen bir kadın, çok kaliteli insanlarla beraberlikleri olduğunu, muhteşem bir oyunculuk şarkıcılık hayatı olduğunu biliyoruz. Böyle bir kadın Samatya gibi orta halli bir kentte yaşayabiliyor ve Doğulu bir adama aşık olabiliyorsa bu kadının beyni, bakış açısı muhteşemdir. Ali Haydar, çok güzel işlenmiş bir karakterdi. Şener Şen de onu muhteşem oynadı. Onun için bu kadın böyle bir adamı bırakmak istemedi, onda yaşam buldu, gelecek buldu. Ali Haydar’da daha çok güveni buldu.

Yaprak Dökümü’nde oynadığım karakter de çok farklı bazen ben bile yadırgıyorum, “Diyorum ne yapıyor bu?!”. Yadırgadığım da oluyor ama böyle karakterler de var. Para önemli onun için. Allah kimseyi parasız bırakmasın. İnsan hiç davranmayacağı şekilde davranabiliyor parasız kalınca. Yaprak Dökümü’nde o düşmeler kalkmalar da kadının öz kişiliğini bozdu birazcık. Kadın, aileye, çocuklarına, çevresine yeni duygularını gördü. Her anne kızlarına arka çıkar ama “Karısından ayrılacak, işte bak seni alacak, oh oh oh, yeni araba damı aldı?” diyen bir anne düşünülemez. Bir baba düşünün son derecede bürokratik bir kesimden gelmiş, çok ağırbaşlı, iyi işler yapmış, emekli kaymakam, onurundan gururundan hiçbir zaman ödün vermemiş, hatta işinden ayrılmış gurur meselesi yapıp aşırı namuslu. Adamın başına gelenlere bakın. Yani bütün karakterler bozulmuş. Neden? Hayat şartları insanı bozar vurgusudur bu. İnsanız; insan değişkendir. Herkesi aynı kategoride incelemek mümkün değildir.

Travmayı oynamaktan bahsettiniz Yaprak Dökümü’nde de, İkinci Bahar’da da farklı kadın karakterlerle. Geçmişten bugüne, gerek jest gerek mimiklerinizle gerekse seslendirmenizle oyunculuğunuzda duyguları çok güzel ifade ettiniz ve seyircilerinizi hep çok etkilediniz. Sizce, bir oyuncunun oynayacağı karakterin psikolojisini ve duygularını iyi yansıtabilmesi için, oynayacağı karakterle kendi arasında bir benzerlik bulunması gerekir mi? Sizin bu karakterlerle aranızda benzerlik var mıydı?

İçimde var olan bir duyguymuş bu. İşte ben bunu tamamen yeteneğe, tecrübelere ve araştırmalarıma bağlıyorum. Ben son derecede hoşgörülü, hiçbir şeye hıncı, kini olmayan, çok kendi halinde yaşayan, 7’den 70’e herkesle dost biriyim. Benim düşmanım yoktur, kızdığım insan vardır, çok kazık yemişimdir yaşamdan ama kızamamışımdır. Hep affedici olmuşumdur. Dostlarım için, bu yeri, insanları, çevremi kullanmamışımdır. Onun için hiçbir benzerlik yok her iki karakterle de benim aramda. Ama öyle inanıyorum ki o tanımadığım Güven’in içinde daha ne yanardağlar vardır kim bilir. Daha uzun yıllar var olursam, eğer yeri ve yordamı geldiği zaman doğru yönetmenler, doğru yapımcılar benim o taraflarımı da görürse, görün bakın daha ne taraflarım ortaya çıkacak. Doğru bir oyuncu içinde çok şey barındırır. Ama ben onu süslüyorum püslüyorum, kendi kalıbımın içinde seyirciye veriyorum.

Özellikle mimikleriniz, jestleriniz herkesi derinden etkiliyor, o ağlamanız ve yüzünüzdeki duygu ifadeleri nasıl bu kadar etkili olabiliyor?

Bir tiyatro sahnesi olmadığı için, normalde perde açıldığı zaman seyirciyle bir bütünleşme olur, anında reaksiyonlarınızı alırsınız. Ama ekran öyle değil. Bir şey oluyor kameradan dönülüyor, dilimiz sürçüyor, bir duygulu sahneyi on kere alırsanız kendinize inandırıcı gelmiyorsunuz. Ama bir veya iki seferde gümbür gümbür oynadığımız şeyde çok daha başarılar getiriyor tabi ki.

İnsana yeni insanlar tanımak birçok şey katabiliyor. Oynadığınız rolleri de yeni birer hayat ve kişi olarak kabul edersek, oynadığınız karakterlerin size daha önce keşfetmediğiniz şeyler kattığı oldu mu?

Hayır. Ben tiyatroda da oynadım. Roller benim bünyem üzerinde devamlılığını sağlamaya çalışırsa, yüz tane karakterin esiri olurum. Perde kapanır, “stop” denir, benim kendi kişiliğim ortadadır. Orada ağlayan, üzülen, duygularıyla var olan Hayriye gider, Güven gelir. Bendeki karakter geçişleri çok rahat olur. Ama bunun etkisinden kurtulamayan bir yığın insan var. Gıptayla baktığımız bazı dizilerde, filmlerde “Vay be, bu ne güzel oyun!” diyorsun, ama bir bakıyorsun her yerde kaşıyla gözüyle hep aynısını oynuyor. Ondan kopamıyor, dışarda da onu oynuyor; onun gibi yürüyor, onun gibi konuşuyor. Bu yanlış, bu kendini bulamamış, çaresi olmayan sanatçı tiplemelerinde oluyor daha çok. Oyunculuk çok zor bir iş. Her defasında çok farklı şekilde emek vereceksin; o emeğin peşinden gideceksin; onu en doğru şekilde inandırıcı olarak oynamaya çalışacaksın ki seyirci inansın. Aslında Türk seyircisi çok duyarlıdır, tepkisini verdi mi asla, izlemez. Küstürmeyeceksin seyirciyi, yalandan riyadan uzak duracaksın. Oynamayı oynamayacaksın. Samimi olacaksın. Özellikle Yaprak Dökümü’nün başarısı bundandır.

Oynadığınız karakterler seyircileriniz üzerinde büyük etki yapabiliyor ve bazen seyircilerinizin bu etkiyi üzerlerinden atmaları çok da kolay olmuyor. Günlerce bu rolün etkisinde yaşıyorlar. Peki, bir senaryoda bir karakteri canlandırdıktan sonra bu rolü/travmayı üzerinizden atmak sizin için zor oluyor mu?

Hayır, çok net bir şekilde. Ben kendimi ekranda izlediğimde mesela İkinci Bahar’da, en son kadın, şöyle bir son kez bakar alır valizini biner de tekrar arabadan şöyle bir bakışı vardır… Gerçekten ben ilk kez orada çok ağladım. Kadın ne güzel bakmış… Ben orada Güven değildim. Afet-i Devran Neriman’a bakıyordum. Ben böyle bir kesin ayrım yapıyorum. Ben hiçbir zaman Afet-i Devran gibi uyanmadım. Ruhuma ve davranış biçimime bak hiçbir beraberlik göremezsin.

Yeni bir rolü oynamaya başlamadan önce, oynayacağınız karakterin psikolojisine girmek için ne gibi bir hazırlıklar yapıyorsunuz?

Bir kere çok iyi okurum senaryoyu. Özümserim, onu kafamda yaşatırım, nasıl olmalıyım ne yapmalıyım diye. Bizim tiyatrodan kalma korkunç bir gözlem deneyimimiz vardır. Bunlar otomatiğe takmış gibi olur. Özel bir rolse, diyelim ki bir randevu evinde bir rolü canlandıran kimse hemen gider orayı inceler. Ben oraya gitmem, orada nasıl yaşanılır onu da bilmem ama onu öyle bir yaşatırım ki görmüş gibi aktarırım. Bu bir tecrübe, kimisi görerek algılayabilir. Senaryoyu çok iyi okurum, yönetmenin ne istediğini anlamaya çalışırım. Beni ne kadar ileriye götürür diye bakarım, senaryoyu ilk okurken. Yazarlar yazar, yönetmen doğru oyuncuları koyar ama sanatçının getireceği bir yaratıcılığı kabul edecek mi ona bakarım. Çünkü oyuncu o senaryoyu hayata geçirdiği zaman kendi düşündüğü bir yaratıcılığı hayata geçirmek ister. Ona izin verilmesi gerekir. Biz, kesiyoruz, biçiyoruz, ekliyoruz. Seyircinin, bir şeyi izlemesi için mutlaka kendinden bir şeyler bulması gerek. Türk örf adetlerine uygun olmalı, namus, aşk, hırs, hınç biraz kaba kuvvet yaşanmalı. Ama her şey dozunda ve tadında, aşırı değil. Dikkat edin yabancı yapımlardan aktarmalar tutmuyor. Çünkü bize ait olmayan bir şeyi ne kadar canlandırırsanız canlandırın tutmaz. İkinci Bahar’ın, Eşkıya’nın başarısında da o vardı; komşuluk, dostluk, sıkıntıyı paylaşmak, yardım, aşk, nefret, kin, hınç, hırs yaşanmayan duygu kalmamıştı. Yani biz insanı ilettik, insanı sorguladık orada. Afet-i Devran ayrı bir karakter, Hanım ayrı bir karakter hepsinin bir geçmişi vardı. Bütün yıprantılar, sevinçler hepsi yansıdı, o yüzden halk çok iyi benimsedi.

İyi bir oyuncu olmak ve yılların emeğinden bahsettiniz. Peki, “oynamak” nasıl bir duygu?

Çok güzel, çok hoş… Öyle bir konsantre oluyoruz ki. Bir tiyatrocunun oynadığı diyelim ki yüz elli oyun var. Yüz elli oyunun da yüz ellisi farklıdır. Hiçbiri birbirine benzemez. Çünkü o günkü yaşantınız, o günkü var oluşunuz sahnede seyirciye farklı geçer. Seyirciden gelen algılar da farklıdır. Kimi seyirci çok güleçtir; her şeye güler. Kimisi çok donuktur ama sonunda bir alkış patlatır, büyülenmiştir o. Ben oynadığım rollerde müthiş bir konsantre içine girerim. Kendimi kaybetmiş gibi görünsem de aslında gizli bir otokontrol vardır. Ya da çok bilinçli oynuyorsunuz, rol yaptığınıza inanarak oynuyorsunuz ama inandırıcı olduğu için seyirciye doğru olarak geçiyor. Çeşitli psikolojilerde oynuyorsunuz. O gün canınız çok sıkkındır ama sahnenin öyle bir piri vardır ki oraya çıktığınızda ne hastalık kalır ne özel yaşantınızdaki çalkantılar kalır. Orada oyuna adapte olursunuz. Sahne piri olan bir yerdir. Başa dönsem, yine oyuncu olmak isterdim.

 
PSİNEMA: Sinema ve Psikoloji Dergisi 
Sayı 9, Ekim 2009, Sayfa 34-40 
©Psinema, ISSN 1308-9994