YOK’luğunda Buldum Ben’i
Aşk. Herkesin ellerinden geçmiş yorgun bir kavram! Kimileri hayatına anlam kattığı, dünyayı daha güzel görmeye başladığı için onu yüceltiyor, kimileri zamanında birinden canı çok yandığı; istediğini alamadığı ya da hayatındaki ilişkide bunu yaşamıyor olduğu halde ilişkisini kötü görmemek için değersizleştirip duruyor. Acı verdiğinde, hayaller kırılıp camlar içeriye battığında itilip kakılıyor, üstüne bilmişlik taslanıyor, içi boşaltılıyor, “bir daha asla” diyerek toplara tutuluyor, aşağılanıyor aşk… Düşmüşkense aşk’a, ayak yerden kesik, gözler ışıklı, uykusuzluk diz boyu ve heyecandan durulmayan anlardaysa sorsanız kimsenin bırakmak istemeyeceği bir duygu AŞK! Hayat veriyor, can katıyor aşk!
Ve bir gün, düştünüz aşk’a ya, karşınızda bir kişi. Aynı ‘Bir Başkadır’ dizisinin Sinan karakteri gibi. İzliyorum; konuşuyorsunuz dinlemiyor, anlamaya çalışmıyor, kendisinden bir şey koymuyor, sevgi vermiyor, hissetmiyor, yok… Dönüp dolaşıp bütün kadınlar o’nu istiyor. Güzel mi güzel yemekler pişiren Meryem de olsa adınız, entelektüel yerden konuşan Gülbin de olsanız ya da Melisa gibi dizilerin popüler oyuncusu olsanız da bu adamda bir tık yok! Yok işte yok! Yok’lukta neyi arıyor neyi istiyor tüm bu kadınlar? Neyi bulmaya çalışıyorlar! Ya da Sinan’dan başka bir versiyona geçelim, bir başka adam kendi duygularını ne kendisi biliyor ne de açıyor, değersizleştiriyor, ötekinin duygularıyla oynuyor, karşıdakinin bile bile canını acıtıyor, sadece “ben” varım diyor, yok ediyor… Niye, neden böyle birini ister ki kişi? Burada ne dönüyor?
İşte bir hayal’in peşinde bir gün aniden böyle birtakım sağlıklı olmayan kişilerle bünyenize dahil oluyor aşk ve kırılınca hayal’iniz büyük bir sızı başlıyor. Ve sızıyı görünce hoşlanmıyor, didişiyorsunuz onunla. Belki duyguları bastırma şemanız var bastırmaya çalışıyorsunuz, kopuk kendini avutan modunuzla acıdan uzaklaşmak için kendinizi işe verip deliler gibi çalışıyor ya da alkolün dibine vurdukça vuruyorsunuz. Kolay mı! Kendinizden kaçamıyor, geceleri en kuytularında yine yakalanıyorsunuz. “Acıyor, acıyor, her yolu denedim gitmiyor” diyor bir şarkı, “Acıyı sevmek olur mu!” diye soruyor başka bir şarkı. Ve şayet kendinizi devamlı yargılayan ve suçlayan cezalandırıcılık, kendinizi değersiz sandığınız kusurluluk veya her şeyi bir performans gibi görüp kendinizden hep aşırı başarı bekleyen yüksek standartların “egoist” kanaldan “ben nasıl böyle bir hale düşürdüm kendimi” diye sizi ezdikçe ezen iç sesinize mesafe koymayı başarıp asıl olan “Neydi bir arada tutan şey ikimizi?” sorusuna daha derinden bakmaya cesaret edebilirseniz, işte o zaman acılı ama daha derinden bir şekilde kendinizle yüzleşiyorsunuz: Bir kapı aralanıyor ve kapıdan içeri duygusal YOKsunluk şeması giriyor.
Bu defa Meryem’in evinin kapısını aralıyor, içeride ağabeyine, yengesine, yeğenlerine hep anne gibi destek olmaya çalışan, pişiren, bakım, şefkat veren, temizleyen, para kazanan ama hiç neye ihtiyacı var, ne istiyor diye kimsenin sormadığı, onun bunları yapmama gibi bir hak’kının olmadığı bir hayata çıkıyorsunuz. Kendi istek ve ihtiyacını konuşmaya zaten hakkı olmayan, belki hiç çocuk olmamış bu kadın, kendini açacağı tek ortam olan terapide de kendi meselesi ile yüzleşmemiş, kendi duygusundan kopuk başka bir yoksun bırakıcıdan (Psikiyatrist Peri) terapi almaya kalkıp duygusal bakımdan yoksun kalmaya devam ediyor. Son derece YOKsun kalmış biri Meryem.
Öteki taraftan, Gülbin’in evinin kapısı açılıyor, dışarıdan son derece entelektüel bir ailede büyümüş gibi görünen Gülbin’in aslında ailenin tek eğitimli kişisi olduğunu, kendi kök ailesinden uzak durmaya, kaçmaya (belki kusurluluk şemasından kaçıyor) ve onlardan kopuk bir imaj çizmeye çalışarak hayatını devam ettirmeye çalıştığını anlıyorsunuz. Çünkü onun ailesinde de roller çok karışmış, anne babası çocuk, ablası ebeveyn rolünde olan Gülbin, ablasının saldırganlığına, istismarlarına maruz kalıyor, koruyanı kollayanı yok. Anne babası duygusal bakımdan doyuramıyor, devamlı saldırı altında olan Gülbin, durumun içinde donakalmış gibi YOKsun olarak bırakılmış. İhtiyaç duyduğunda sahip çıkan, kollayan, destek olan fiziksel olarak varmış gibi görünse de ortada yok. Diğer yandan Melisa. Onun ailesiyle ilgili pek de bir şey görmesek de dizide, elimizde olan görünmeye çok önem verdiği, Meryem ve Gülbin’e göre Sinan’ın nasıl biri olduğunun çok daha farkında olarak, ona çok da değer vermeyerek ilişki kuran ama günün sonunda sığ/değer görmediği, derinliği ve duygusal olarak YOKsun bir ilişkiyi de tercih eden biri olarak görünüyor.
Ve ihtiyaç duyduklarında orada birinin var’lığına alışmamış, YOK ortamında büyümüş tüm bu kadınlar, bugün VAR olan bir yere kolaylıkla gidebilecekler mi sanıyorsunuz! Yanlış bir senaryoda doğru sonuç almayı bekleyip yine YOKSUN kalıyorlar. Neden mi? Çünkü neyi almaları gerektiğini bilmiyorlar ki! İhmal edilmişlik meselesi. Öyle kolay anlaşılabilen bir şey olmayabiliyor çoğu zaman. Sizi ne kadar ihmal ettiler? Ne konuda ihmal edildiğinizi düşünüyorsunuz? Bu bir çocukluk hikayesinin ilk kez sorgulanan bir temasıysa ve oldukça ihmal edilmişseniz mesela… Zaten almanız gerekeni alamadığınızda nereden bilebileceksiniz ki almadığınız şeyin almanız gereken olduğunu ve hiç bilmediğiniz bir şeyden YOKsun kaldığınızı… Anca bir başkasının hayatına bakarken, birinin ebeveyniyle ilişkisinde ya da bir üçüncünün bizim yaşadıklarımıza verdiği reaksiyonlardan bizim yaşadıklarımızda bir dert, bir fark olduğunu, diğerlerinde bizim hayatımızda olmayan bir şey olduğunu anlıyoruz… Ya da yetişkinlikte başımıza bir şey geliyor, kendimizi olmadık yerlerde olmadık kişileri sırf ihtiyacımızı doyurabilir göründükleri için idealize etmiş buluyor ve şansımız varsa kapılıp gitmeden “ben neden buradayım” sorgusuyla hayatımızda bazı konularda oldukça yalnız ve ihmal edilmiş olduğumuzu anlıyoruz. Ama başa gelmeden de fark edemiyoruz işte. Belki de YOKsun olmak bildiğimiz, ihtiyacımızı doyurmayı da talep etmeyi de gerçekten doyuracak olana gitmeyi de bilmiyoruz. Hiç gıkımız çıkmıyor, şikayetlenmiyoruz. Şikayetleneni de sevmiyoruz. Hele bir de bu toprakların kadınıysak, çekmeyi biliyoruz sadece. Duygusal YOKsunluk şeması sahip olduğumuz işte!
Ve böyle olunca şemamız bizi ihtiyacımızı alamayacağımız bir yere aşk denilen kimyayla çekmeye başlıyor. Ama cesaret edebilirsek acısını göze almaya ve bize en derinden kendimizi görme fırsatı veriyor. Çocukluğum oluyor, annem/babam oluyor, ihtiyaçlarım, doyamamışlıklarım, travmalarım oluyor, kendi detaylarıma baktığım büyük bir ayna tutuyor bana. Bu kez AŞK, sevgi görmemiş birinden sevgi almayı beklemek ve YOK olana verme çabasından çıkıp “ben” oluyor. Kendimi anladığım, giderilmemiş ihtiyaçlarım ve çektiğim YOK’sunluğuma odaklanıp bugün bunu çözmeye çalıştığımda en başında “düştüm” diye ifade ettiğim aşk, bu defa üzerinde yükseldiğim bir şey oluyor. Aşk coşturuyor, aşk acıtıyor, aşk anlatıyor, aşk çoğaltıyor, aşk büyütüyor, aşk özgürleştiriyor. Peki, ya sizin cesaretiniz var mı aşk’a, kendinize daha derinden bakmaya?
Psk. Dr. Bahar Köse
pskdr.baharkose@gmail.com