Skip to main content

Yaslanmak, Yas’lanmaya Dair

Firmaların kendini konumlarken yaşadığı en büyük problemlerden biri sürdürülebilirlik. Aldığımız aynı ürün, hizmet, sunum zaman içinde farklılaşabiliyor ve biz bir dahaki sefer aynı şeyle mi karşılaşacağız garanti edemeyebiliyoruz. Tam “memnunum, işler yolunda” dediğimiz birçok şeyin zamanla değiştiğine şahit oluyoruz. Bazen bir insan, aldığınız hizmeti size sevdirir hale getiriyor ama onun gitmesi memnuniyetinizi oldukça düşürüyor. Kişiselleşiyor aldığınız her şey ve hiçbir şey bıraktığınız gibi kalmıyor. Sadece markaların problemi mi acaba bu? Bir zamanlar birileriyle bir yerlerde çalışma fırsatınız oluyor uyum içinde, sonra bir gün ya sistem değişiyor ya birileri gidiyor ya uyumu düşüren başka birileri ekibe ekleniyor ve mutlu hissettiğiniz ortam bir anda bozuluyor. Sabitleyemiyoruz hiçbir şeyi… Bazen bir kıyafet alsam, hiçbir şey olmasa uzun yıllar giysem hep formunu korusa diyorsunuz. Ama ne mümkün, bir şeyler değişiyor, dönüşüyor, aynı kalmıyor… Çocukluk anılarımızdaki o güzelim mahalle değişiyor, yıkılıyor veya başkalaşıyor. Değişmeyen şeyse zihnimizde kalan anılar ve bir şeyler değişse de bizim yaşamaya devam ediyor oluşumuz…

Yaşamak deyince geçmişi olan ve geleceğe uzanan bir zaman diliminden bahsediyoruz aslında… Yaşamak geç’mişi, geç’meyi, arka’da bırakmayı içinde barındırıyor. Yas, yasla(n)mak, yas’lanmak, yaş, yaşlanmak hepsi de arkaya dair… Ya sırtımı koyuyorum arkaya ya yılları bırakıyorum arkada. Arkada bir şeyleri bırakmam gerektiğine, bir şeylerin arkada kaldığına ya da kalması gerektiğine işaret ediyor tüm bu kelimeler. Tüm bu kelimeler sırtını bir yere koyacaksam onun arkada olması gerektiği, yaslanabilmek için de arkada bir insan, bir nesne olması gerektiğine ya da yaşlanıyorsam da arkada bir zaman dilimini, geçmişi bırakmış olduğuma işaret ediyor. Bir zaman dilimi, bir tanışıklık, bir bildiklik, bir yaşanmışlık var olmuş olmalı ki ben o varlığa sırtımı dayayabileyim/dayanabileyim…

Ne trajik değil mi ancak birinin varlığı söz konusuysa onun yokluğundan bahsedebiliyoruz… Bir şey “var” olmadan “yok” olamıyor. “Var” olmayan birinin/bir şeyin “yok” olması söz konusu değil. Var olmayan birinin yas’ı da yok. Ve ne kadar “var”sa o kadar “yok” bir kişi hayatımızda. Varlık yoklukla bir… Ne kadar çoksa o oranda yok ve arkamı dayayacağım yerde o kadar çoklukta bir boşluk kalıyor ve tam da boşlukla yüzleştiğim anda başlıyor yas süreci. Ne tuhaftır ki kimi zaman her gün sırtımı “yas”ladığım yer boşalmadan da anlamıyorum orayı dolduran şeyin değerini, benim için anlamını. “Yok”luk olunca “var”lığın ne olduğunu anlıyorum. “Geçti istemem gelmeni. Yokluğunda buldum seni…” diyor Necip Fazıl “beklenen” için yazdığı şiirinde. Varken yok muydu acaba? Yok olunca mı varlığı belli oldu? Yoksa beklediği kişi, gerçekte olanın kendisi değil de hayalinde kurduğu kişi mi? Bu sayede belki yokluğunda kişinin varlığını istediği gibi dolduruyor, gelmeyenin gelmediğini kabul etmiyor, yokluğunda yeni bir kişi yaratıyor ve onunla devam ediyor… Bekliyor ve kabul etmiyor gelmeyeceğini, yasa geçemiyor… 

Yas için, yaslanmak için, yaşlanmak için önce varlık, birini, bir ilişkiyi hayatımızda var etmemiz gerek, yaşamış olmak gerek, biriktirmiş olmak gerek… Sonra varlık yok olunca neyin yok olduğunu anlamak ve geride bırakıp yas’lanabilmek gerek. Geride bırakamamak da var, boşluğa sırtı dayayıp devam edememek de var günün sonunda. Yas’lanamamak, bırakamamak, veda edememek demek… 

Bir zamanlar çocuktum, arkamda birilerine ihtiyacım vardı… Yaslandım onlara ve bir gün büyüdüm, artık arkamı yaslamadan, yaslama durumuna veda etmem ve yas’lanarak geçmişten ileriye yürümem gerek. Yoksa aynı yerde kalır dururum, gidemem ileriye… Artık dilediğimde yaslanabileceğim kişilerin varlığı zihnimde sürdürülebilmeli. Ben zihnimde “bir gün ihtiyaç duyarsam birilerine ulaşabilirim” düşüncesiyle devam etmeliyim, illa her an sırtımı yaslamama gerek yok. Tabi bir zamanlar yaslandığım kişiler de artık göçüp gitmiş olabilir bu dünyadan. Dönence, bir şeyler dönecek, bir şeylerden istesem de istemesem de ayrılacağım, bitecek bir şeyler. Ve insan olarak hep ileriye gitmek zorundayım çok acı olsa da… “Birçok giden memnun ki yerinden, çok seneler geçti dönen yok seferinden.” diyor bir şarkı. Bilmem isteyerek mi gittiler, memnunlar mı ayrılanlar bu dünyadan, beklesek de gelen yok ama bizim hayatımız devam ediyor, edemiyorsa büyük sorun… “Çoktan unuturdum ben seni çoktan, ah bu şarkıların gözü kör olsun.” diyor başka bir şarkı. İlla unutmamız mı gerek? Yoksa bugünü yaşayamayacak kadar mı eskide takılı kaldık? Öyle de olsa böyle de olsa biz zamanında o kişiyle bir şeyler yaşadık ve ne şanslıyız ki acısını çekebildiğimiz kadar büyük bir bağımız oldu bu kişilerle. Belki gerçekten o kişiydi kıymetli olan ya da bizim yüklediğimiz anlamlar vardı. Belki somut olarak artık “bir” arada değiliz ama bizi biz yapan şeylerin içerisinde o kişilerle yaşanmışlıklarımız yok mu? Sürdürülebilirlik illa her şeyin aynı kalmasıyla mı ilgili? Dünle mi ilgili sadece hayat? Bugüne geçebilmek yas’lanmakla mümkün. Mevlâna ne güzel bağlamış:

“Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım…”

Psk. Dr. Bahar Köse
pskdr.baharkose@gmail.com