Skip to main content

Aşk, Onsuz Yaşayamamaktır.

Merhaba sevgili okuyucu… Biraz sonra bu dergide geçip geldiğiniz birçok yazının ardından benim yazımı okumaya başlayacaksınız. Ancak, ben bu defa size filmi detay detay anlatmayacağım. Filmin bana ne düşündürdüklerini sizinle paylaşacağım. Size sorular soracağım, filmde bana göre ne duyduğumu anlatacağım. Sonrasında çok mu ilginizi çekti, açın izleyin, adı Joe Black, 1998 yapımı. Bu defa, önce üzerine düşünün sonra izleyin. Neden mi? Çünkü konu aşk acısıysa ancak içindeyken hissedebildiğimiz, anlayabileceğimiz bir şey, dışına çıkıp izlemekse mümkün değil! Çünkü düştüyseniz aşk’a ayağınız yerden kesilip sallanmaya başlayacaksınız ya da acı çekeceksiniz de bitsin istemeyeceksiniz. Niye mi? Çünkü ölümlü olduğunuz şu rutin, yalan dünyada size yaşadığınızı tüm iliklerinize kadar hissettirecek, yaşama sevinciniz tavan yapacak, enerjiniz artacak ve siz bu fani, yıkkın, zor hayatta olmaktan çok ama çok mutlu olacaksınız! Üstelik belki “aşk” dediğimiz şey sizin zihninizdeki hayali karşıdaki kişiye yüklemekten ibaret olsa da ve belki de gerçekte karşıdaki kişi böyle midir değil midir hiçbir zaman bilemeseniz de…

Hadi başlayalım. 

Düşünün bir kere, ölümü getirensiniz siz ve can alırsınız, hayatı sonlandırırsınız. Bu sizin rutininiz olmuş. Azrailsiniz, ölüsünüz, isminiz var sizi gören yok, gören olmuşsa da sizi onu bir daha gören yok, bu dünyada bir varlığınız yok. Ve bir gün tatile çıkıp ölü değil ölümlü olmaya karar veriyorsunuz. Ama ölümlü olmak demek yaşamayı gerektirir. Yaşamalısınız ki ölesiniz. İyi ölmek için iyi yaşamak gerekir, ne trajik değil mi? Film işte, sevgili Azrail de yaşamayı iyi bilen, düzgün yaşayan birinden bunu öğrenmeye karar veriyor, Bill’den. Bill, dürüst, çalışkan, onuruyla yaşamış bir adam, iki kız babasıdır. En çok sevdiği kızı Susan’a romantik hayatına dair öğütlerde bulunur, hayatı nasıl yaşaması gerektiğini anlatmaktadır, sizse Azrail olarak bunlara kulak misafirliği edersiniz:

Drew’u seviyor musun?

-Annemle senin olan gibi…

-Ben, senden bahsediyorum.

-Heyecan yok. Tutku yok. Ayağının yerden kesilmesini istiyorum. Aşk tutkudur, saplantıdır, onsuz yaşayamamaktır. Denemezsen hiç yaşamış sayılmazsın. 

Ve düşünün siz Azrail olarak Bill’in canını almadan önce ondan biraz yaşamı öğrenmeye karar veriyorsunuz. Onca insan arasından onu seçiyorsunuz. Neden? Çünkü bu adam aşkla bağlı olduğu bir evlilik yapmış, tutkuyla sahip olduğu bir şirketi var, para için onu satmamış, düşkün olduğu kızına aşkla, özenle yaklaşan bir baba ve kızının aşkı denemeden bu hayattan gitmemesi gerektiğini, denemenin yaşamak demek olduğunu söyleyen bir adam. Ve tüm bunları duyan Azrail olarak siz, Susan’ın kafede karşılaştığı ve babasının söylediği gibi yıldırım çarpmış gibi hissettiği adamın kafeden ayrılışının hemen sonrasında onun canını alıyor ve bedenine giriyorsunuz, Bill ve ailesinin karşısına dikiliyorsunuz. Üstelik yemek yemeyi, masada oturmayı bile bilmiyorsunuz. Susan ise sizi kafede karşılaştığı kişi sanıp size aşkla başlıyor ilişkinize. Bir yandan sizde bir tuhaflık olduğunun farkında bir yandan da buna isim koymak istemiyor. Sizin ölüm temsili bir şey olduğunuzu algılıyor, korkuyor ve bununla yüzleşmekten kaçıyor. Size kafedeki çocuğun bedenine sahip olmanızdan dolayı hissettiği duyguları yüklüyor ve siz, size aşkla bakan bir kadınla karşı karşıyasınız… 

Bu çok hoşunuza gidiyor, siz de ona âşık oluyorsunuz. Susan, babası tarafından çok sevilmiş olan diğer kadınlar gibi daha güzel, daha dişi, daha zarif ve daha çekici. Tam da babasının bahsettiği gibi bir aşkı bulduğunu düşünüyor sayenizde ve Drew denen adamdan ayrılıyor sizin için… Ve siz resmen yaşıyorsunuz artık, içiniz tutkuyla dolu. Şu ölümlü olan insanların arasında belki yaşadığı halde yaşamayan ve aşk’ı hiç deneyimlememiş, denememiş, cesaret etmemiş bir sürü insanoğlundan bile daha çok derinine yaşamaya başlıyorsunuz. Ancak Azrail olarak buraya tatil için geldiniz ve Bill’i de alıp gitmeniz gereken bir zaman var. Susan’a dokunuyor, onunla karşılıklı aynı duyguyu yaşıyor olmanın tadını çıkarıyorken şimdi onu bırakıp da gidecek misiniz? Kim ister ki gitmek!! Bunu bulmak bu kadar zorken hangi güç sizi bunu bırakmaya mecbur bırakabilir ki?

İlk başta, aşkınızı da sizinle götürmeye karar veriyorsunuz ve bunu babası Bill’le de paylaşıyorsunuz. Babası razı olmuyor, kükrüyor, kendisi bile çook sevdiği kızından uzak kalmayı göze almış durumda, sevgili kızının kendi hayatı olsun ve onu doyasıya yaşasın istiyor. Ve aşk’ın kimi zaman âşık olunanın mutluluğu için ondan uzak kalmayı göze almak olduğunu söylüyor. Ardından aslında Susan’ın Azrail olarak sizin değil daha önce sizin içinizde yaşayan ruha âşık olduğunun altını çiziyor. Burada film sanki, aslında “aşk” gerçek bir şey değil bizim yüklediğimiz imajlarla ilgili bir şeydir demek istiyor…  

Ve siz gözyaşları içinde Susan’ı bu dünyada bırakarak gitmeye karar veriyorsunuz. Bir kere yaşamanın ne demek olduğunu tattınız, yani aşk’a düştünüz, şimdi nasıl eski halinize döneceksiniz? Bilmeseydiniz, dengeniz bozulmasaydı bir kere anlamayacaktınız ama bildiğiniz bu çekici duygudan şimdi nasıl vazgeçeceksiniz? Üstelik karşılıklı hissettiğiniz bu duygu nasıl bırakılır da gidilir? Dil’e kolay… Elbette kolay olmayacak. Nitekim filmde de bırakıp gitmeden önce Susan’a sarılıyorsunuz ve ona doğrudan somut bir şekilde söylemeden kim olduğunuzu sarılarak hissettiriyorsunuz ve anlıyorsunuz ki aslında âşık olduğunuz kadın sizin gerçekliğinizden korkuyor. Ve ölmek değil onun arzusu, aşkla yaşamak. İstediği adam da siz değilsiniz bedenini çaldığınız adam. Evet, Susan kafede tanıştığı adamın adını bile bilmiyor ama onu tanımaya cesareti ve arzusu var. 

Son sahnede, Azrail olan siz, Susan’a veda etmeden babasını da alıp gidiyorsunuz. Aşk’tan vazgeçtiğiniz anda ölüyorsunuz. Hiç kolay değil, ölü olmak, yok olmak, var olmamak. Ancak aşk ve Susan yaşasın diye bedenini aldığınız adamı orada bırakıp gidiyorsunuz. Hatta Susan’a kafası karışmasın diye veda bile etmiyorsunuz, bitmemiş olarak bırakıp gidiyorsunuz bu hikâyeyi. Ama Susan’ın onu tamamlama şansı var. Susan ise kafede karşılaştığı kişiyi tekrar bulup onu tanımak için zamana ihtiyacı olduğunu söylüyor ve onunla el ele “baba”sının yaş günü olan aslında ölüm günü partisine doğru adım atıyor…

Hadi bitirelim.

Peki, film ne söylüyor acaba?

Bir kadının”baba” aşkından başka bir erkeğin “aşkına” gidişi için “baba”nın sembolik olarak ölmesi gerekir.

Her ne kadar bir kadının aşkla ilişkilenebilmesi için babasından ayrışması gerekse de “baba”nın sembolik olarak ölmesi gerekse de nasıl bir aşk yaşayacağı babadan bağımsız değildir. “Aşık” olunan yine babayla ilişkilenir, onun adını, özelliklerini “baba” koyar. Aşk, bir kadın için “baba”nın aktarımıdır. Filmde de Susan’a aşkın tarifi babası tarafından yapılmaktadır, aşk tutkudur, saplantıdır, onsuz yaşayamamaktır ve Susan’ın beğendiği bedene adı “baba” tarafından verilir: Joe Black. Susan babanın dediği şeyi arar ve onu ancak ona ancak onun ölümüyle sahip olur.

Aşk, hayatı yaşamak, deneyimlemek demektir, aşk’ı denememek yaşamamış olmak demektir. Aşk, bazen tanımadığın bir bedene kendi zihnindeki imajları yüklemek, onun gerçekliğini bilememektir. Aşk, yanında âşık olduğun kişiyi devamlı görmek istemek, onu tutkuyla arzulamak ve aklının onda takılıp kalmasıdır… 

Aşk, heyecan, coşku demektir. Aşk acısıysa, bir kere aşkın tadını aldıktan sonra ondan vazgeçmek ya da âşık olunana uzak olmak zorunda olmanın sızısı, yarası ve ağrısıdır. Kimi zaman bir yanımız bencilce O’nu gittiğimiz her yere sürüklemek istesek de kimi zaman âşık olduğumuz kişi için gitmeyi ve ona uzak kalmayı göze almaktır…

Aşk ve ölüm hem iç içe hem tezat iki kavramdır. Ölümlü olan ölmeden de ölmüş gibi yaşarken aşk’la yaşadığını hatırlar ve sonra başkalaşır, artık eskisi gibi değildir hiçbir şey. Yeni bir gezegende, yeni bir gözlükle etrafa bakmaktadır. Ancak aşk herkesin yaşadığı bir şey değildir, Bill’in dediği gibi buna açık olmak gerekir. Ama öte taraftan aşk da ölümlü bir şeydir ve bir gün bitebilir. Ama aşk yaşıyorsan, yaşıyor ve ölümlüğünü unutuyor olabilirsin.

Ve aşk, onsuz yaşayamamaktır… Nitekim Azrail aşktan vazgeçtiğinde artık “yok” olacak, yaşamayacak ve ölecektir… Azrail bu defa aşktan vazgeçerek kendi kendini ölüme götürmüş ancak aşk sayesinde kısa da olsa yaşamıştır

Peki, siz ne yapardınız? Çoğu zaman tercih şansımız olmadan başımıza gelen bir şey olsa da aşk, bilinçli bir tercih şansınız olsaydı, yine de âşık olmayı seçer miydiniz? Tüm acısına ve gözyaşına rağmen, bu dünyadan kopuk, ayakları yerden kesik ve her an incinmeye hazır bir hale gelmek ister miydiniz? Ya da karşınızda duran bu çekici büyülü şeye arkanızı dönüp gidebilir miydiniz?

Psk. Dr. Bahar Köse
pskdr.baharkose@gmail.com