Skip to main content

Kaplumbağalar da Uçar: Çocuk ve Travma

“Kaplumbağalar da uçar” yönetmenliğini Bahman Gobadi’nin yaptığı 2004 yılı İran-Fransa ortak yapımı bir filmdir. Amerika’nın Irak’a saldırısına birkaç gün kala Irak-Türkiye sınırında kurulmuş olan kampta ebeveynlerinden uzak savaş mağduru çocukların fiziksel ve ruhsal olarak hayatta kalma mücadelesini gözler önüne sermektedir. Bomba çukurlarının, eski tank ve boş kovanların arasında çocuklarsa hayatlarını kazanabilmek için canları pahasına mayın toplamaktadır. Film, savaşın özellikle çocukların dünü, bugünü ve yarınını nasıl da yok ettiğine vurgu yaparak; anılarını kaybeden, bedensel bütünlüğü olmayan ve ruhsal olarak kaybolan, yarınından umutsuz olan çocuğun travmatik yaşantısını son derece çarpıcı bir şekilde ele alıyor. Bu yazıyla da toplumsal travmalardan biri olan savaşın çocuklar üzerindeki travmatik etkileri filmdeki kahramanlar ve semboller üzerinden anlatılmaya çalışılacaktır.

Semboller ve Çocuğun Durumu

Filmde yaşanılan ortamın özelliklerine bakıldığında yerleşik bir düzen yok; çadırlar, arabalar, her an harekete hazır bir yer ile karşılaşıyoruz.

Ezilmiş, cahil kalmış, düzene ses çıkarmamış bir halk ve onların bu açığından faydalanıp sistemi değiştirmek vaadiyle savaş çıkaran Amerika ve savaş süreci karşımıza çıkıyor. Ortamda nadiren büyükleri görüyoruz, etrafta oradan oraya koşturan çocuklar… Anne öğesi koruyan, kollayan, esirgeyen kimse yok. Baba öğesi çocukları gerçekle yüzleştirecek ve otoriteyi sağlayan kimse yok… Devleti baba, vatanı anne kabul edersek, baba (Saddam) gönlünce bir yönetim sürüyor; çocuklardan bihaber, anne (vatan) ise işgal edilmiş, savunmasız… Babadan haber alamayan insanlar ellerindeki antenleri düzgün tutmaya çalışarak televizyondan yabancı kanallar vasıtasıyla bilmedikleri dilden haber almaya çalışıyorlar. Daha iyi görüntü için çanak antene ihtiyaç var; o da haram, yasak. Yasak ama neden yasak bilinmiyor sadece otoriteye itaat var; kendini bilmeyen sorgulamayan toplum içinde dışarıdan bir güç de istediğini yapmaya hak görüyor.

Bu savaş ortamında liderlik özellikleriyle dikkati çeken Uydu lakaplı bir çocuk gözümüze ilişiyor. Uydu, kelime olarak işlerini ve davranışlarını daha güçlü birinin isteğine uyduran anlamına gelirken gerçekten de yaşanılan ortama en adaptif görünen çocuk Uydu. Hem İngilizce kelimeler hem de halkın dilini kullanıyor. 13 yaşında, ailesini kaybetmiş ve gerçeklerden savaşın kötülüğünden, duygularından ve çocukluğundan uzak, bu sağlıksız adaptasyon içerisinde filmde bedeni tam olan nadir çocuklardan. Ortamda aile perişan anne de baba da kayıp bu sebeple çocuklar korunmasız, yeni neslin uzuvları eksik, ifadesi eksik, vücudu tamsa psikolojisi bozuk. Bedenen tam olan hem yabancı kelimeler bilen hem de ticaret işi güden Uydu hepsinin lideri haline geliyor. Hatta büyükleri bile o yönetiyor…

Bulunulan ortamda çocuk risk altında, ağzıyla eliyle çocuklar yaşamlarını satarak mayınlardan para kazanma derdindeler.  Sanki bu durum ölüm arzusunu simgeliyor gibiyani anne ve babanın yoksunluğu ve sahipsizliğinde çocuğun yok olma isteği o kadar normal ki… Bu ortamda acı çekmeden kalabilmenin tek yolu hiçbir şey yokmuş gibi devam etmek, duygulara kapanmak ve savaşı para kazanma malzemesi olarak görüp güle oynaya devam etmek hayata(!) Tıpkı barış getirmek amacını güttüğünü söyleyen ve barış için savaş getiren dış güçler gibi(!) Bu yaş çocuğunun ihtiyacı olan oyun alanı ise mayın tarlası olmuş, geçiş nesnesiyse top tüfek… Yarın kayıp oluyor an be an bedenen değilse de ruhsal olarak…          

Tüm bu hissiz, disosiyatif ortamdaysa bu kadar duyarsız gibi görünen çocuk Uydu, bir gün kalbinden ses duyuyor ve ne zaman ki duygularına kulak veriyor o zaman çıkıyor bu kopuk korungan (hissiz) halinden o zaman sol ayağından yaralanıyor. Zannediyor ki sevgiyle her şey çözülebilir bu ortamda… Agrin’e aşık oluyor ancak kızın ağabeyinden dayak yiyor: Gerçekle yüzleşiyor! Daha fizyolojik ihtiyaçların (sağlık ve beslenme) ve güvenlik ihtiyaçlarının (sığınma ve barınma) karşılanamadığı böylesine bir ortamda mümkün değil ki bir üst basamak olan aidiyet/sevme-sevilme basamağına geçmek… Uydu tüm bu yoksun yaşantılara rağmen Agrin ile mutluluğu hayal ediyor. Ama temeli sağlam olmayan bu yapıda temelden sol ayağından yarayı alıyor. Ayak temelin kolonun simgesiyken sol olması da sanki kalbin ve sevginin ifadesi olarak kendini gösteriyor.

Agrin ise savaşın en çok çocukları ve kadınları nasıl etkilediğinin tek bir bedendeki simgesi… Küçük yaşta bir kız çocuğu ama sırtında büyük bir yük var; askerler tarafından tecavüze uğramış, anne babasını kaybetmiş, ağır depresyonda, daha oynamadan, büyümeden, ergen olup çatışmadan ebeveyn olmuş. Bunu kabul edemiyor, bu yük ona çok ağır! Hiç konuşmuyor…

Filmde ağlayan bir çocuk var sürekli. Bu da Uydu’ya gelip gelip herhangi bir nedenden dolayı sürekli ağlayarak bir şeyler anlatıyor. Belki de saçma sapan şeylere ağlayan bu çocuk bize aslında bu yaşlarda bu ortamda bir çocuğun normal tepkisinin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. Uydu duygulardan uzak yetişkin gibi davranırken tam karşısındaysa bu çocuk var: olması gerekeni simgeleyerek. Ve bu çocuğun ağladığı ilk noktalardan biri İsmail denen adamın Uydu’nun bisikletini aldığı zaman. Çocukluğun çalınmasına ağlıyor çocuk… Çocukların ölümü göze alınıp halkın geleceği sakatlaştırıp bunun üzerinden dış ülkelerden para kazanma hedefleniyor.  Savaşın varlığını sorgulamak yerine herkes kendi tarlasındaki mayınları temizlettirip çocuklara ve böylece para kazanmaya çalışıyorlar. Halk kendi sömürüsünü kendini yok etmeyi göze alıyor. Bu çocukların yarısının elleri yok diyor tarlasındaki mayınların toplanmasını isteyen adam. Zaten daha da ölüme sürükleyen kişi oyken bu çocukları o kadar duyarsızlaşmış ki sanki çocukların kendi kendine elleri yok olmuş gibi bunu eleştiriyor…  Tam o esnada Uydu çocukları mayın toplamak için seçmeye başladığında oradan Agrin geçiyor, müzik giriyor ve her şeyden duyarsızlaşmış Uydu’nun dikkati bir anda ona yöneliyor.  Çıkarı olmadan hiç kimse için bir şey yapmayan Uydu kız için su taşıyor.

Tüm bu çarpık ortamın içinde umudun temsiliyse kırmızı balık… Kırmızı balık aramak için çocuklar kaynağa dalıyor ve boğuluyor. Kız balığın varlığına inanmıyor. Ve Uydu onu inandırmaya çalışıyor, ben daldım bir sürü kırmızı balık gördüm. Yemin ederim diyor. Ve kıza soruyor sen neden kırmızı balık istiyorsun? Kız da belki de filmde ilk kez çocuğu için bir şey yapma yönünde bir cümle söylüyor. Kardeşinin (aslında kabul edemediği kendi çocuğunun) gözlerine iyi geleceğine dair inancı olduğunu söylüyor. Aslında çocuğunun gözleri görmüyor, olanları bilmiyor. Bir tecavüz sonucu gözü kör bir çocuk doğuyor. Anneyi aynalama yapacak kişi olarak düşünürsek aynalama yapılması için bu çocuğun sağlıklı gelişebilmesi için bu gözler yok. Çünkü anne hasta ve baba yok.

Agrin de diğerleri gibi yaşadığı travma(savaş) içindeki tramayla (tecavüz) inkarla baş etmeye çalışıyor. Kendi çocuğunu kardeşim diye tanıtıyor. Geceleri ise gerçekler acımasızca aklına geliyor.“Eğer çocuğu sevmeyi öğrenmezsen uyuyamazsın” diyor Agrin’e ağabeyi.

Agrin: “Sana kaç kere söyledim o benim çocuğum değil!’. Ağabey: “İnkâr etme o senin çocuğun! Yüreğindeki ip gevşiyor ve sen sevmediğin zaman bebek kayboluyor, böyle şeyler söyleme!” GHer ne pahasına olursa olsun, bebeği yaşatmak ve gerçeği saklamamak isteği var ağabeyin… Uydu’nunsa severek, sevdiğine sahip çıkarak umudu yaşatma isteği var. Tosladığı duvara (abiye-gerçeklere) yardım bile ediyor…

Agrin ise bir yandan olanları inkar ederek baş etmeye çalışıyor. Yaşadığını nereye koyacağını bilemiyor. ‘Neden ben?’ diye soruyor. Gerçekle baş edemediğindeyse intihar girişiminde bulunuyor. Bir defasında tam intihar edecekken bebek anne diyor ve Agrin vazgeçiyor. Kendini yok ederek bu yükten kurtulmaya çalışıyor ama önce başaramıyor… Kendini öldüremeyince yükten (gerçeklikten) kurtulmak istiyor: Bebekten(!) İlk girişiminde Uydu işleri bozuyor ve bebeği kurtarıyor. Uydu umudun peşinden koşuyor ama Agrin gerçeklikle baş edemiyor. Agrin daha sonraki deneyiminde başarılı oluyor ve bebek ölüyor ama bu defa bilmediği baş edemeyeceği başka bir şeyle karşılaşıyor: Suçluluk!!

Kaplumbağalar uçabilir mi?

Film adını bir hikâyeden alıyor. Derler ki göl kenarında yaşayan bir kaplumbağa etrafında uçan kuşlara özenir onlar gibi uçmak ve gölün karşı tarafına geçmek istermiş. Zamanla bu kuşlarla arkadaş olmuş ve kuşlar ona ‘sen de uçabilirsin’ demişler.  Onun bu dileğini yerine getirmek için bir dal getirmişler; kaplumbağa bu dalı ağzıyla sıkıca tutmuş ve kuşlar dalın iki ucundan yakalayıp onu uçurmuşlar. Ancak daha önce hiç yükseğe çıkmamış kaplumbağa korkup bağırınca suya düşmüş, ait olduğu ve imkânsız hayatına geri dönmüş…  

Ve son sahnede Agrin’in uçurumun başucundaki ayakkabıları kaplumbağaların uçmak istese de uçamayacağını gösteriyor. Agrin her ne kadar gerçeği temsil eden bebeğinden kurtulsa da özgürleşemiyor. Çünkü büyük bir suçluluk hissediyor ve bedelini kendi hayatına son vermekle ödüyor. Tıpkı kaplumbağa gibi kendi imkânsız, travmatik döngüsünden kurtulamıyor. Bu yaştaki çocukların oyun alanına, ağlamaya, gülmeye, kendi kendine oyun kurmaya ve kollanmaya ihtiyacı varken; savaş çocukluğa tecavüz ediyor, kiminin ölümüne, kiminin duygusal ve fiziksel hasarına sebep oluyor. Bugünün çocuğunu yaralayıp yarının sağlıklı yetişkini yok ediyor. Bu durumla baş edemeyen ufacık bir kız çocuğu ise suçlulukla baş edemiyor. Peki, gerçek suç kimin?